Image Hosted by ImageShack.us

16 Temmuz 2009 Perşembe

Mezar Sohbeti

Cüneyd Suavi
YAŞLI ADAM, eşinin kabrini ziyaret etmek için gittiği kabristanda, bir inilti duyarak yavaşladı. Sağa sola bakınarak kulak kesildi. Ortalıkta kimseler yoktu ama, o sesi işittiğinden emindi. Önce hızlı adımlarla kaçmak istedi. Fakat sanki büyülenmiş gibiydi. Korkudan olsa gerek ki, gücü zaten çok azalan ayakları tutulmuş, vücudu uyuşmuştu. Diz boyu otla çevrili mezarlar arasında, güçlükle ilerleyip o tarafa yöneldi. İnlemeyi bir kez daha duyunca, daha fazla yanaşmayıp yere oturdu. Tüylerini diken diken eden ses, birkaç metre ilerden geliyordu.
Yaşlı adam, bazı velî zatların, kabirdeki insanlarla konuştuğunu duymuş, bunları da herkese anlatmıştı. Belki laf olsun diye:
— Neden böyle inleyip duruyorsun? dedi. Bir derdin mi var?
Derinlerden gelen bir erkek sesi:
— Büyük bir azap çekiyorum!. dedi. Her kemiğim tek tek kırılmış sanki.
Yaşlı adam, tâ iliklerine kadar ürperdi. Acaba kendisi de, evliya mıydı? Her ne olursa olsun, bu cevabı kesinlikle beklemiyordu. Güç bela toparlanıp:
— Ne zamandır bu haldesiniz? diye sordu. Yani ne zaman öldünüz?
— Vallahi bilmiyorum!. dedi mezarda yatan. Sanki dün yaşıyordum, hatta eğleniyordum. Arkadaşlarla birlikte biraz içki içmiştik, daha sonra ayrıldık. Bu arada, sanki yüksek bir yerden düştüm. Her halde ölmüşüm ki, şimdi bu mezardayım. Üstelik de büyük bir azap çekiyorum.
— İçkinin haram olduğunu ve kabir azabına yol açtığını bilmiyor muydun? diye sordu dışardaki. Allah bilir, başka büyük günahlar da işledin.
— Keşke ellerim kırılsaydı!. dedi, adam. Keşke kırılsaydı da, o büyük günahları işlemeseydim. Keşke dudaklarım yapışsaydı da, içki denilen zehri içmeseydim. Ne yazık ki her türlü işi yaptım, kumardan tut tâ hırsızlığa kadar. Şimdi öyle pişmanım ki hiç bilemezsin. Burada bu şekilde, bir saniyecik bile kalmaktansa, ömür boyu aç kalmaya razıydım. Ağzıma içki değil, gerekirse bir yudum su bile koymazdım. Başımı da babam gibi secdeden kaldırmazdım.
— Demek baban dindar biriydi, dedi dışardaki. Neden onun yolundan gitmedin ki?
— Namaz kılmak biraz güç geldi, dedi adam. Oruç tutmak da öyle. Günde beş kez seccadeye yatmayı, uzun yaz günlerinde, aç ve susuz kalmayı istemedim. Açıkçası, havam bozulur diye korktum. Oysa şimdi bu karanlık çukurda yatıyorum. Tertemiz bir havaya, yemeğe ve suya hasret şekilde. Üstelik de dayanılmaz acılar içindeyim.
Yaşlı adam, biraz düşünceliydi. Acaba bu ölü için bir fatiha okusa, ya da dualar etse, faydası olur muydu? Bu konuda açıkçası çok ümitsizdi. Bir insan, kullarına verdiği sayısız nimetlerle merhametini ispatlayan ve kendisini en çok "Rahim" ve "Rahman" isimleriyle tanıtan Allah'ın azabına uğramışsa, âciz bir kul, o kişiye nasıl yardım ederdi?
Sessizce yerinden kalkıp ilerleyince, henüz yeni açılmış bir mezar gördü. Sahibini bekleyen bu çukurun yanında, birkaç tane içki şişesi vardı. Bir tek de ayakkabı.
Hemen o yana koştu. Boş mezarın içinde, üstü başı içki kokan bir adam yatıyordu. Ceketi de yüzüne dolanmıştı.
Yaşlı adam, önce mezara inmeyi düşündü. Fakat ağrıyan beliyle bu işi yapamazdı. Uzunca bir dal koparıp tekrar yanaştı ve bunu cekete taktırıp, sırt üstü yatan sarhoşun yüzünü açtı. Mezardaki adam, ondan fazla korkmuştu.
Yaşlı olan, bir anda rahatlayıp:
— Demek konuşan sendin? diye tebessüm etti. Seni ölü sanmıştım.
Mezardaki, derin derin nefes aldıktan sonra:
— Ben de öyle zannetmiştim!. diye sevindi. Geçen akşam buralarda içmiştik. Kafayı bulduğumda, bu çukura düşüp kaldım her halde.
Sarhoşun vücudu perişan bir haldeydi. Sırt üstü düştüğünde, üç beş tane kaburgası kırılmış, bir kez bile çalışmayan beyni sarsılmış, bütün gece o mezarda yatıp kalmıştı.
Yaşlı adam, hemen bir ambulans çağırdı. Sarhoş, mezardan kurtulup sedyeye alınırken, başını ona doğru güçlükle çevirerek:
— Sağ olasın amca!. diye teşekkür etti. İyileşir iyileşmez sana haber veririm. Bol mezeli bir çilingir sofrası düzenleyip, yeniden doğduğum günü kutlarız.
Kasım 2006 zafer dergisi

14 Temmuz 2009 Salı

12 Temmuz 2009 Pazar

Geç Kalmış Bir Ölüm

MURAT HÂKÎ ÖZ
Seher, toprağın koynuna emanet ettiğimizde henüz 16 yaşındaydı. Henüz hayatının baharındaydı; ama ölmek için geç bile kalmıştı. 16 yaşında ölmenin geç kalması mı olur? Anlatayım.
Yüzüne baktığınızda 16 yaşında olduğunu anlayamazdınız; yaşını göstermiyordu çünkü. Ama konuşmaları, tavırları hep yaşının daha ilerisindeydi, olgundu. Kaderin onun çelimsiz omuzlarına hepimizinkinden daha ağır bir yük yüklediğinden habersizdik.
Sınıfın en sessizlerindendi. Bütün sınıfın bile ilgisinin dağıldığı anda bile Seher’in hep sizi dinlediğinden, gözlerinin hep öğretmeninde ve tahtada olduğundan emin olabilirdiniz. Birkaç haftada bir ortadan kaybolur, 1-2 gün okula gelmezdi. Eğer gelmediği günler yazılı yaptıysam, teneffüste beni mutlaka bulur, “Hocam ben yazılıya giremedim, ne zaman yazılı olayım?” derdi. “Gelmediğin günler için mazeretin, raporun var mı Seher?” derdim. Sadece “Var, hocam”, der başka bir şey söylemezdi. O üç harflik “var” kelimesinin içindeki raporu, diş ağrısıyla, griple veya öylesine basit bir hastalık ismiyle doldurabilirdiniz. Öyle basit, sıradan bir işmiş gibi söylerdi.
Sınıfta ilk dönemin son yazılı sonuçlarını açıklarken “Seher, 98” dedim ve sınıfın en iyi notunu alan öğrenciyi tebrik etmek için gözlerim sınıfta dolandı. Seher gelmemişti. Ertesi gün, bir sonraki gün… Seher yine gelmedi, yakın sıra arkadaşları haberini getirdiler. Ağır hastaydı. Üzerinde pelüş bir ayıcık olan bir defter alındı ve hastaneye hatıra götürmek için arkadaşları, öğretmenleri, en güzel dileklerini yazmaya giriştiler. Henüz defter bitmemişti ki, Seher’in ölüm haberi geldi.
Seher’in nasıl amansız bir hastalığa tutulmuş olduğunu ancak ölümünden sonra öğrendik. Hem annesi hem de babası Akdeniz anemisi hastalığının taşıyıcısıydı. O ise taşıyıcı değil, hasta olmuştu. Henüz bebekken teşhis konmuştu; düzenli olarak hastaneye gitmesi, kanının yenilenmesi gerekiyordu. Doktorları, “sürekli tedavi görmezse kısa zamanda ölecek; ancak çok iyi bakılsa bile 14-15 yaşına kadar yaşayabilir” demişlerdi…
Caminin avlusunu lapa lapa kar doldururken, biricik evladını kaybetmiş anneyle beraber bitişikteki çay bahçesinde oturup salâyı dinledik. Kızının, hastalığını küçükken öğrendiğinde hayata küsmediğini, “liseyi bitirsem yeter” dediğini anlattı. Ancak ecel, diplomasını almasına sadece dört ay kala gelmişti. Tıpkı Tirmizi’de geçen bir hadisteki gibi:
“Resûlullah (sas) yere bir çizgi çizdi ve: “Bu insanı temsil eder” buyurdu. Sonra ikinci bir çizgi daha çizerek: “Bu da ecelini temsil eder” buyurdu. Ondan daha uzağa bir çizgi daha çizdikten sonra: “Bu da emeldir” dedi ve ilâve etti: “İşte insan daha böyle iken (yani emeline kavuşmadan) ona daha yakın olan (eceli) ansızın geliverir.”
Anne, “Seher hastanede koluna kan şişesi bağlıyken bile defterini açar ders çalışırdı. O gün okula gidemediyse hastaneden arkadaşlarını arar, ödevleri, işlenen konuları öğrenirdi.” dedi. Sonra uykusuzluktan ve ağlamaktan kızarmış gözlerini gözlerime denk getirdi, “Son sınavınızdan 98 almış, yüz bekliyordu halbuki…”
O, omuzlar üzerinde ilerlerken, arkadaşlarının birçoğu belki de hayatlarında ilk kez bir mezarlığa girdi. Melekler tabutun üzerini bembeyaz kar taneleriyle doldururken onlar, daha birkaç gün önce yan yana oturdukları arkadaşlarının üzerini toprakla örttüler, ellerini açıp dua ettiler, onu ebediyet yurduna uğurladılar.
Seher henüz 16 yaşındaydı. Ben öğretmendim, o öğrenciydi; ama benim ona öğrettiklerimden daha fazlasını o bana öğretti. Biz 60-70 senelik ömürleri kısa bulurken o doktorların biçtiği 15-16 senelik hayatı bile tevekkülle kabullendi, isyan etmedi. Yaşayışıyla bize ders verdi, okulun önüne getirildiği tabutunda bile hayatın kısalığını gösterdi. Hepimizin emelleri vardı; üniversite bitirecek, evlenecek, arabalar, evler alacaktık. Ama emellerimizin çizgisine ulaşamadan, ölüm son sınırı çizecekti.


Zaman ailem Sayı:226
Bölüm:Hayatın İçinden

9 Temmuz 2009 Perşembe

tülbent oyaları











8 Temmuz 2009 Çarşamba

Anne Kalbi

Zafer'den
DELİKANLI, katı yürekli, zalim bir kızı sevmiş ve onunla evlenmek istemişti. Ancak kız, korkunç bir şart ileri sürerek;
“Senin sevgini ölçmek istiyorum,” dedi. “Bunun için de köpeğime yedirmek üzere, bana annenin kalbini getireceksin.”
Delikanlı, tüyler ürperten bu teklif karşısında ne yapacağını şaşırmış ve uzun bir tereddütten sonra, kıza karşı olan hislerine mağlûp olup, annesini öldürmeye karar vermişti. Annesi, belki de durumu farkettiği için oğluna fazla direnmedi. Ve çocuk, onu öldürerek kalbini çıkarıp bir mendile sardı. Sonra da o zalim kızın evine doğru yola çıktı.
Kızın isteğini yerine getirmiş olmanın verdiği heyecan ile yolda koşarken, delikanlının ayağı bir taşa takıldı. Kendisi bir tarafa, mendil içindeki kalp bir tarafa fırladı. Canının acısından, ağzından ister istemez, “Ah anacığım!” sözleri döküldüğünde, annesinin tozlara bulanmış ve hâlâ soğumamış olan kalbinden şöyle bir ses yükseldi:
“Canım yavrum! Bir yerin acıdı mı?”
(Öykü dizimizin 11. kitabı olan, Sevgi Öyküleri-2’den alınmıştır.)
Sayı: 349Ocak - 2006

7 Nisan 2009 Salı

Efendimizin ümmeti için korktuğu 4şey

Peygamberimiz, asırlar öncesinden “Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbek bağlamak, çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır” buyurarak şişmanlık tehlikesine dikkatleri çekiyor ve ümmetini uyarıyor.
Günümüzde de tedavisi için uğraş verilen pek çok sağlık problemleri var. Bunlardan bir tanesi de şişmanlık. Özellikle gelişmiş ve gelişme yolunda olan ülkelerde şişman insan sayısı her geçen gün daha da artıyor. Doktorlar şişmanlığı artık en önemli sağlık problemleri sıralamasına alıyor ve şişmanlığın sebep olduğu hastalıklara karşı insanların dikkatlerini çekmeye çalışıyorlar. Şişmanlık vücudumuzu sadece estetik açıdan bozmakla kalmayıp, aynı zamanda çabuk yorulma, nefes darlığı, eklem ağrıları, şeker hastalığı, damar sertliği gibi beraberinde çeşitli ölümcül rahatsızlıklara da zemin hazırlıyor.
Allah Resûlü, asırlar öncesinden "Ümmetim hakkında en çok korktuğum şeyler: Göbek bağlamak, çok uyku, tembellik ve yakîn (iman) azlığıdır." (Feyzü’l-Kadir, 1/278) buyurarak şişmanlık tehlikesine dikkatleri çekiyor ve ümmetini uyarıyor. Göbek bağlamak; hadisteki ifadesiyle "kiberu’lbatn" kendini gaflete salıp çok yiyen ve tabir caizse yemek için yaşayan ve tabii bunun neticesi olarak da olabildiğine şişman olan insan demektir ki bu, Allah Resulü’nün dünya ve ahiret hayatları adına endişe duyduğu insanların birinci özelliğidir.
NİÇİN ŞİŞMANLIYORUZ?
Uzmanlar, bel çevresi erkekte 94 santimetreden büyükse risk, 102 santimetreden büyük ise yüksek risk; kadında 80 santimetreden büyük ise risk, 88 santimetreden büyük ise, yüksek risk belirleyicisi olduğunu söylüyorlar. Hareketsiz ve monoton bir yaşam tarzı, beraberinde şişmanlık illetini getiriyor.
Modern hayat, kişilere hazır, lezzetli, çeşitli, ucuz fakat yüksek enerjili yiyecekler sunuyor, buna karşılık fizikî aktiviteleri düşürüyor. Özel otomobiller, toplu ulaşım araçlarının yaygınlığı, binalardaki asansörler, televizyon bağımlılığı gibi daha pek çok sebepten dolayı bedenimizin ihtiyacı olan fizikî hareketlerden uzak kalıyoruz.
ŞU HUSUSLARA DİKKAT!
Kilo almaktan uzak durmak için şu hususlara dikkat edin: 1Kalorisi, yağ oranı fazla besinlerin alımı azaltılmalı, fizikî aktivite artırılmalı. 2Bol yağ, karbonhidrat ve kalori içeren gıdalar yerine, vitamin ve lif bakımından zengin, yağca fakir sebze ve meyveler yenilmeli. 3Bol şekerli ve asitli içeceklerden kaçınılmalı, bol su içilmeli. 4Çocuklardan fast-food türü yemek, kola ve gazoz içilmesi, kraker, cips ve bisküvi gibi gıdaların tüketilmesi azaltılmalı. 5Sabahları düzenli olarak sağlıklı kahvaltı yapılmalı. 6Buzdolabına daha çok yağca fakir gıdalar, meyve ve sebzeler konulmalı.
PEYGAMBERİMİZ NE DİYOR?
Hadis-i şeriflerden hareketle, "Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra da dört-beş saat yeme. Şifa hazımdadır; yani, kolayca hazmedeceğin miktarda ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne tekrar yemektir." diyor meşhur tabibimiz İbni Sina. O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Yani mide insanı olmamalıdır. Aslında şişmanlık, -tıbbi bir problem yoksa- sünnete riayet eden bir Müslüman’da olmaması gereken bir durumdur. Hayatını sünnete göre programlayan bir kimse, yemesini de ona göre ayarlayacak, sofradan tam doymadan kalkacak ve hem bu dünyada hem de öte dünyada huzurlu ve mesut olacaktır.
AZ YEMEK USTALIK, ÇOK YEMEK HASTALIK
Kur’an ve sünneti çok iyi anlayan ve bunu hayatlarına yansıtıp çevrelerini nurlandıran mana âleminin sultanları az yemekle alakalı pek çok altın söz söylemişler. O sözlerden bazıları şunlardır:
İlim ve amel, az yemekte, kalp temizliği az uyumakta, hikmet az konuşmaktadır. Az yemek ustalık, çok yemek hastalıktır. Çok yiyen çok uyur, herkesten tembel olur. Çok yemek heder, çok uyumak kederdir. Çok yemek zihni çalıştırmaz, çok uyumak menzile ulaştırmaz. Az yiyenin kalp gözü körleşmez, açlıkla hastalık birleşmez. Az yemek tembellikten uzaklaştırır, bilgi kazanmayı kolaylaştırır. Çok yemek, organları çok çalıştırıp yıpratır, tedavi için doktor aratır. Çok yemek tohumudur her derdin, az yemek ilacıdır her ferdin. Az ye, az uyu, az söyle, nimete kavuşulur böyle. Az yemek, meyveli bir ağaçtır, hasta kalplere ilaçtır.Hazırlayan: Ali İhsan ER / Bugün